1 Şubat 2010 Pazartesi

Mevlana eserleri : DİVAN-I KEBİR

Mevlana eserleri : DİVAN-I KEBİR

Dîvân, şairlerin şiirlerini topladıkları deftere denir. Dîvân-ı Kebîr "Büyük Defter" veya "Büyük Dîvân" manasına gelir. Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Dîvân-ı Kebîr'in dili de Farsça olmakla beraber, Dîvân-ı Kebîr içinde az sayıda Arapça, Türkçe ve Rumca şiir de yar almaktadır. Dîvân-ı Kebîr 21 küçük dîvân (Bahir) ile Rubâî Dîvânı'nın bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Dîvân-ı Kebîr'in beyit adedi 40.000 i aşmaktadır. Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr'deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu dîvâna, Dîvân-ı Şems de denilmektedir. Dîvânda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir.

Mevlena eserlerinden : MEKTUBAT

Mevlena eserlerinden : MEKTUBAT

Mevlâna'nın başta Selçuklu Hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerin.e nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen diıü ve ilmi konularda ise açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlâna bu mektuplarında, edebî mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır. Mektuplarında "kulunuz, bendeniz" gibi kelimelere hiç yer vermemiştir. Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa o sözlerle ve o vasıflârla hitap etmiştir.

31 Ocak 2010 Pazar

Hz mevlana eserlerinden Fİ Hİ MA Fİ H



Fîhi Mâ Fih "Onun içindeki içindedir" manasına gelmektedir.. Bu eser Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir. 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser aynı zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve âhiret, mürşit ve mürîd, aşk ve semâ gibi konular işlenmiştir.

26 Ocak 2010 Salı

hz mevlana nın eserlerinden : MECÂLİS-İ SEB'A

(Yedi Meclis) Mecâlis-i Seb'a, adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna'nın yedi meclisi'nin, yedi vaazı'nın not edilmesinden meydana gelmiştir. Mevlâna'nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş, ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlemesi yapıldıktan sonra Mevlâna'nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlâna, yedi meclisinde şerh ettiği Hadis'lerin konuları bakımından tasnifi şöyledir :

1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı.
2. Suçtan kurtuluş. Akıl yolu ile gafletten uyanış.
3. İnanç'daki kudret.
4. Tövbe edip doğru yolu bulanlar Allah'ın sevgili kulları olurlar.
5. Bilginin değeri.
6. Gaflete dalış.
7. Aklın önemi.

Bu yedi meclis'de, asıl şerh edilen hadislerle beraber, 41 Hadis daha geçmektedir. Mevlâna tarafından seçilen her Hadis içtimaidir. Mevlâna yedi meclisinde her bölüme "Hamd ü sena" ve "Münacaat" ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufî görüşlerini hikaye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevî'nin yazılışında da aynen kullanılmıştır.

mevlana

Mevlana veya Mevlânâ (Arap alfabesiyle: مولانا), İslam dininde dinî açıdan önder olarak görülen, veya İslam ilimlerinde başarı kazanmış şahıslara verilen bir dinî unvandır. Özellikle Hint yarımadasında İslam bilginleri ve dinî önderler için sıklıkla kullanılsa da Batı Asya'da pek kullanılmaz. Türkçe ve Farsça yazında sıklıkla Celaleddin-i Rumî'yi anmakta kullanılır ve bu sebeple yanlış bir şekilde bu şahsın isminin bir parçası veya kendine has özel lakabı veya unvanı olarak anlaşılır. Mevla sözcüğünden türemiş sözcük, "Mevlamız" veya "Efendimiz" anlamlarına gelir[1]. Afrika'da, Swahili dili de sözcüğü diğer diller gibi Arapça özgün kökeninden almış olsa da çok daha genel bir anlamda kullanmaktadır: Sözcük bu dilde genel olarak içinde bulundukları toplulukça saygı gören kişilere verilir ve dinî vurgu taşımak zorunda değildir, seküler bağlamda da kullanılabilir.

mevlana ve semsin başbaşa konuşmasından


Mevlâna daha ilk gün:

— Ey Şemseddin Tebrizî, ey mânâ âleminin incisi, gerçi evim sana lâyık değil ama, sadık bir bendenim şimdi. Kulun nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev senin; çocuklarım, oğulların ve kızlarındır, demiş, hizmetine koşmuştu. Şems, Mevlâna'yı bir kere daha denemek istiyordu. Bir zamanlar Evhadüddin-i Kirmâni'ye yaptığı gibi Mevlâna'ya da şarap getirmesini söylemiş, Mevlâna herkesin hayret ve dehşet nazarları arasında Şems'in bu arzusuna boyun eğmiş.

O zaman Şems:

— Biz seni tecrübe ettik, sen bizim tahminimizin de üstünde bir ermişsin. Meğer sen hiçbir ferdin taşıyamayacağı yükü. kılın titremeden omuzlayabilecek kâmil insanmışsın. Şende bu kudret ve tahammül varken, sana bu dünyada kimse denk olamaz. diyerek şarabı döktürmüş, Mevlâna'ya sarılmıştı. Mevlâna ise birkaç günlük bir sohbetten sonra. Şems'in eşi bulunmaz bir mürşid olduğuna kanaat getirmiş, onda mutlak kemâlin varlığını, cemâlinde Allah nurlarını görmüştü. Mevlâna'nın ev olarak kullandığı küçücük medresesi sırlanmış, aşk ve mânâ ile dolmuştu. O güne dek, talebelerine ders veren bir müderris, camilerde vaazlariyle sevilen bir hatip, fetvalariyle şer'i müşkülleri halleden bir halk müftüsü olan Mevlâna Celâleddin, şimdi herkesten, herşeyden uzak, Şems'in sohbetiyle donanan aşk sofrasına bağdaş kurmuş, kana kana içiyordu.

— Doğu olsam, batı olsam, göklere çıksam, senden bir nişane bulmadıkça, dirilikten bir nişane bile yok bana. Ülkenin zahidiydim, minbere sahiptim, kürsüm vardı. Şimdi ise gönül kazası, sana karşı ellerini çırpan bir âşık haline getirdi beni!.. diyordu.

Şems, önce Mevlâna'yı mütalâadan, kitaplarından sıyırmıştı. Derler ki, bir gün medresedeki havuzun başına oturmuş, Mevlâna'nın kitaplarını birer birer suya atmaya başlamıştı. Bu sırada Mevlâna içeri girivermişti. Baktı ki. yıllarca göz nuru döktüğü kitapları birer birer havuza atılmış, havuz mürekkep deryası haline gelmişti. Bu kitapların arasında Belh'ten göçtükleri sırada. Nişapur'da Feriddün-i Attar'ın hediye ettiği "Esrarnâme" adlı eseri de vardı. Şöyle ki: Sulan'ül Ulema Bahaedin Veled, beraberinde henüz çocuk yaşında olan oğlu Mevlâna Celâleddin ve ailesi olduğu halde, Belh'ten göçerlerken Nişapur'da konaklamışlar,burada devrin büyük mutasavvıflarından Feridüddin-i Attar'la görüşmüşlerdi. Feriddüddin-i Attar. küçük Mevlâna'nın zekâ ve bilgisine hayran olmuş. "Esrarnâme" adlı eserinden bir nüsha hediye etmişti. Mevlâna. bu eseri defalarca okumuştu. Şems'in onu da havuzdaki suya atmasına gönlü razı olmadı. Şems bunu hisseder hissetmez, elini havuza daldırmış:

— Al istediğin kitap bu kitap değil mi? diye Mevlâna'ya uzatmıştı. Hayret. Esrarnâme tozuyla duruyordu. Sanki bir havuz dolusu su içinden değil de, kütüphane rafından alınmıştı.

Şems:

— Aşk ilmi medresede öğrenilmez, diyor, Mevlâna'yı okumaktan menediyordu. Hattâ babası Baha Veled'in "Maârifini bile okumasına müsaade etmiyordu. Hele Mevlâna'nın çok sevdiği Mütenebbi Divânı'na kızıyordu.

— Mütenebbî de kim oluyor? O, senin atına seyislik bile edemez! diyordu. Mevlâna. Şems ne derse onu yapıyor, her hareketinde Şemse uyuyordu.

Oğlu Sultan Veled, onun bu halini şöyle tarif eder:

— "Ansızın Şemseddin çıkageldi. O'na ulaştı. Mevlâna'nın gölgesi O'nun ışığında yok oldu. Aşk âleminin ötesinden defsiz, sessiz bir sedadır erişti. Şems ona, maşuk halinden bahsetti. Mevlâna bilgisiyle nihayete ulaşmıştı. Şimdi ise yeni baştan başladı. Evvelce Mevlâna'ya uyulurdu. Bu sefer O, Şems'e uydu. Şems maşuk erenlerindendi." O'nu da o âlemde mâşukluk cihanına davet etmiş, bu cihanda her ikisi de yanıp kavrulmuştu. Onsuz huzur bulamayan, neşesi kaçan Mevlâna, can gözüyle âlemi görmeye başlamış, aylarca başbaşa sohbet etmişlerdi. Şems, Mevlâna'ya "semâ"nın zevkini tattırmış, O'nu bu yolda irşada başlamıştı. Semâ varlıktan sıyrılıp kendinden geçerek, mutlak fânilik içinde beka zevki almaktı. Semâ, âşığın gıdasıydı. Zira semâda sevgiliye kavuşmanın tatlı hayâli vardı. Bu vuslatın zevkini alan âşık. artık zaman ve mekân kayıtlarından kurtulmaktadır. Mesnevi'de "zamandan, zaman kaybından kurtuldun mu, keyfiyet kalmaz. Keyfiyetsiz Allah'a mahrem olursun" deniliyordu. Şems, Mevlâna'yı, semâ etmesi için teşvik ediyor ve diyor ki:

— Semâ ediniz, Hakkı isteyen ve O'na âşık olanlar, semâ ettikleri zaman aşkları ve mânevi halleri çoğalır.. Çok eskiden beri, filozofların, mutasavvıfların, hattâ peygamber ve velilerin semâ ettikleri, semâ'da Hak'kı zikrettikleri biliniyordu.

— Semâ ediniz. Hakk'ı isteyen ve O'na âşık olanlar, semâ ettikleri zaman aşkları da yoktu. Âşık ve maşuk vardı. Yol eri, kendisine yol gösterene temiz bir itimatla bağlanır, onun izini izlerdi .Bu yolda bazan, âşıkla, maşukun hangisi olduğu dahi ayırt edilemez, ilâhî irşad karşılıklı olur, bu aşk remizlerle ifade edilirdi. İşte bu ilâhi aşk ve cezbe. Allah sevgisi, Mevlâna'yı da. Şems'i de kendilerinden geçirmişti. Bu cezbeyle semâ ediyorlardı. Feleklerin onlarla beraber her zerrenin güneş etrafında ilâhi bir cezbeyle döndüğü gibi. kendilerinden geçerek semâ ediyor, yalnız Allah'ı zikrediyorlardı.

Şems:

— Allah'ın tecellisi. Allah erlerine semâda daha çok vakî olur. Onlar kendi varlık âleminden çıkmışlardır. Semâ onları maddî âlemden sıyırır. Hakk'ın likasına ulaştırır, diyordu. Semâ esnasında her hareketin bir ilâhî mânâ ve ifadesi vardı. Semâ'da çark atmak, ani dönmek. Allah'ı her yönde görmeyi ve her yönden feyz almayı, ifade eder. Ayak vurmak, nefsini ayaklar altında ezmek ve ona galebe çalmak demekti. Kollan yana açmak, kemâle yöneliştir. Semâda secde, kulluğun ta kendisidir. Düne kadar, ardına dek açık olan Mevlâna'nın evi. bugün iki can dostun üstüne kapanmış duruyor, arasıra "Hakk" nidaları, "dost!" haykırışları, rebâp ve ney sesleri duyuluyordu. Şems geleli üç-dört gün olmuştu. Bu üç-dört gün içinde odalarına yalnız Sultan Veled girmiş, yalnız o hizmetlerini görmüştü. İki dost. tek sözle Hak'kın kapısında. Hak'ka yönelmiş sohbet ediyor, bu soh bete kulak misafiri olan Sultan Veled, bazen kendini tutamayarak ağlıyor, inliyordu. Medresenin küçük odası sanki bir arş evi idi. Bu arş evinin mânâ yükü ağırdı. Kimse bu sohbete dayanamaz, bu mânâyı kavrayamazdı. Bu bir âşk potası idi. yanan, yakılan bir pota... Bu potada Mevlâna, Şems'Ie birlikte yanıyorlardı. Şems irşadlarına devam ediyordu.

— Arif o kişidir ki, dostun zikrinden geri kalmaz, onun dostluğuna doymaz. Rıza sofrasında, yakin ağzına giren zikirden daha tatlı bir yemek yoktur. Şems, mânevi ilimler bahsinde şunları söylüyordu:

— Mânevi ilim, üç şeyle elde edilir. Zikreden dil, şükreden kalb. sabreden ten. İlimsiz bir vücud. susuz bir şehre benzer. Nihayet kuru bir kalıptır. Vücudu, perhizle , ahlâkla, cehid ve gayretle sulandırmalı ve bezemelidir Mânevi cömertlik için de diyor ki:

— Zahidlere mahsus olan mal cömertliği, cihad edenlere mahsus olan ten cömertliği, gazilere mahsus olan da can cömertliğidir. Ariflere mahsus olan cömertlik ise gönül cömertliğidir. Gönül alçaklığından daha iyi bir şey görmedim. Elinizde bulunanla kanaat ediniz, başkalarının elinde bulunan şeyden de ümidinizi kesiniz. Peygamberlerin izzeti peygamberlikte, bilginlerin izzeti tevazuda, velilerin izzeti ilimde, fakirlerin izzeti kanaatte, zenginlerin izzeti cömertlikte, ibadet edenlerin izzeti de halvettedir. Dini iki şeyle koruyun: Cömertlik ve iyi huylulukla. Dostluk için de şöyle buyuruyordu:

— Hakiki dost Allah gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine, hoşa gitmeyen hallerine tahammül etmeli, hatasından incinmemelidir. Dosttan yüz çevirmemelidir, dosta itiraz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Allah kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı onlardan yüz çevirmez. Tam bir inayet ve şefkatle, onlara rızkını verir. İşte garazsız, ivazsız dostluk budur. Şems, bir taraftan irşadlarına devam ediyor, diğer taraftan günlerce devam eden riyazatlarla Mevlâna'yı pişiriyordu. Zaten bu gelişmeye hazır olan Mevlâna, Şems'le tanıştıktan sonra Şems'i bile geçmişti. Şems bunun farkındaydı. Mevlâna bir gazelinde şöyle diyordu:

— Seher çağı. gökyüzünde bir ay göründü, gökten indi de gözünü bize dikti, bakmaya başladı. Ay zamanında bir kuş vurmuş doğan gibi. Ay, beni kaptı, gökyüzüne uçuverdi.. Kendime baktım göremedim. Çünkü o ayın lütfuyla bedenim can kesildi. Can âlemine gittim. Orada da o aydan başka bir şey göremedim. Hasılı ezelî tecelli sırları, tamamiyle anlaşıldı. Yine bir gazelinde Mevlâna, bu değişikliği şu beyitlerle terennüm eder:

— Âşkın sarhoş etti beni, ellerimi çırpmaya koyuldum sarhoşum, kendimden geçmişim, ne bilirim ne yaptığımı. Koruktum, üzüm oldum şimdi. Artık kendimi ekşi yüzlü gösteremem ki. Halk, "Böyle olmamak gerek" diyor. Böyle değilim ben de, beni, o böyle yaptı. Ve yine:

— Çöp atlayamazdım. zahittim, dağ gibi ayağımı diremiştim. Fakat, hangi dağ var ki, senin anısın, onu saman çöpü gibi kapıp gitmesin. Seni övmek gerçekten de adamın kendisini övmesidir. Çünkü, güneşi öven kendini övüyor demektir... Bir gün Mevlâna, hane halkına Şems'in büyüklüğünden, onun Allah'a olan yakınlığından ve sayısız kerametlerinden uzun uzadıya bahsetmiş, hürmette kusur etmemelerini, arasıra gidip gönlünü almalarını tenbih eylemişti. Bu sözler üzerine oğlu Sultan Veled, Şems'in hücresine giderek elini öpmüş, hizmetinde bulunmuştu. Şems ansızın yapılan bu ziyarete bir mânâ veremeyerek:

— Veled ne oldu sana böyle? Fazla lûtufta bulunuyor, gönlümü almak için sevgiler gösteriyorsun... demişti. Sultan Veled:

— Efendim, babam büyüklüğünüz hakkında o kadar söz söyledi ki hepimiz deli olduk. Eğer bin sene ömrüm olsa ve başımın üzerinde döne döne size kulluk etsem ve hizmetlerin hepsi de kabul edilse, yine bu muhlis kulunuzun kalbinde lâyıkıyla hizmet edememekten dolayı bir ukde kalır.

— Mevlâna teveccüh buyurmuşlar. Yüzbinlerce benim gibi Şems-i Terbizî, onun büyüklük burcunda bir zerreden başka bir şey değildir. Ben mükâşefelere nail olduğum, sülük padişahlarını seyrettiğim, ilahî nurlara yakınlaştığım, birçok Hak erleriyle düşüp kalktığım, gayb âlemlerini gördüğüm halde, Mevlâna'ya ulaşamadım. Artık, O'nun hakikatına kim erişebilir?.. Şems ve Mevlâna her ikiside büyüklük burcunda birbirlerine hayran, birbirlerini seyrediyorlar, karşılıklı irşad günlerce devam ediyordu. Onlar böyle bir hücrede, bir âlemi aydınlatır, susuz gönüllere pınarlar akıtırken, öte yandan, ruhsuz bir dünya için için kaynıyordu. Konya halkı tarafından çok sevilen, vaazı, dersi dinlenen Mevlâna'nın böyle birden bire ortadan kayboluşu, medreseyi, talebelerini terkedisi, müridlerine yüz çevirişi, önce herkesi şaşırtmıştı. Mevlâna'yı bir müddet kendi haline bırakmışlar, fakat aradan birkaç ay geçince, dedikodular başlamıştı. Mutaassıp zümre, bunca yıldır hembezm oldukları Mevlâna'nın, Şems gibi ne olduğu henüz lâyıkıyla bilinmeyen bir dervişe uyarak, her şeyden elini eteğini çekişine bir mânâ veremiyorlardı. Mevlâna'ya karşı duydukları aşırı sevgi, onları kıskançlığa sevketmişti:

— Bu ne haldir? Mevlâna'yı bütün eski dostlarından, yüce durağından çekip alan, kendisi ile meşgul eden bu adam kimdi? Nereden geldi, ne yapmak istiyor? diyor, hattâ bazen çok ileri gidiyorlardı: Şems denen bu derviş geldi. Mevlâna'mızı bizden alıp başka âleme sürükledi. Bu Şems dedikleri adam kimdir ki, Mevlâna'yı bunca yıllık müridlerinden soğutsun, onu mütalaadan, kitaplardan ayırsın. Olacak şey mi bu? Büyücü mü bu adam, sihir mi yaptı da bizden ayırdı. Halkı vaazından, talebeyi medresesinden mahrum etti.

aşk orda maşuk ordadır


Her Yerde Olmak Gibi Bir Duan Varsa,Gönüllere Gir.

Çünkü Sevenler,Sevdiklerini Gönüllerinde Taşırlar

Ve Nereye Gitseler,

Oraya Götürürler.

Aşık Neredeyse,Maşuk Da Oradadır.

talip olmadı esrarıma


Ayrılıktan parçalanmış bir yürek,

İsterim ben derdimi dökmem gerek..

Şayet biraz ayrılsa can,

Öyle bekler vuslata ersin zaman...

Ağladım her yerde hep ah eyledim,

Gördüğüm her kul için dostum dedim,

Herkesin zannında dost oldum.

Ama...

Kimse talip olmadı esrarıma.

Ney sesi tekmil oldu ateş,

Hem yok olsun kimde yoksa bu ateş!

Vakt-erip mevsim geçer,solmuş gülün...

Derdi ok feryadı çıkmaz bülbülün.

Ney zehir,hem panzehir,

Ah nerede var böyle bir dost ,

böyle bir özlemli yar?

Kanlı yoldan ney sunar hep arzuhal...

Hem verir Mecnun'un aşkından misal.

Sırf keder,gam gitti kaç gün,kaç gece?

Geçti yanlışlarla günler öylece.

Ey oğul hür olmalı bahtın senin?

Hep gümüş,altın mıdır ahdin senin?

Tut ki deryayı boşalttın testiye,

Kısmetinden fazla olmaz bil,niye?

Dost dilin şavkınca bulsaydım visal,

Ah ne sırlar anlatırdım,ney misal.

Maşukun sırrıyla aşık örtülü,

Sağ olan maşuktur,

Aşık bir ölü. Vermedikçe sevgili etrafa nur,

Çevrenin idraki elbet yok olur.

Kim ki aşka meyli yoktur Vah ona!

Kuş misal vermez kanat Allah, ona.

dermanımız aşk demiş

Her kiracamei zi aşkı çak şüt

Ozi hırs u ayb külli pak şüt

Her kimin elbisesi aşkın pençesi ile parçalanırsa o kimse hırstan da tamahtan da bütün ayıplardan da tertemiz olur. Hazret-i Mevlânâ bu beyti ile bir suali cevaplandırıyor. Hırsın, tamahın fenalığını anladık. Peki, bundan kurtulmak için ne yapacağız? İşte Hazret-i Mevlânâ en kolay tavsiyeyi yapıyor: Aşk... Aşk... Aşk… Ve devam ediyor:

Şad baş ey aşkı hoş i sevdaima

Ey tabibi cümle illet hayima

Ey faydası hoş olan ve bütün illetlerimizin, marazlarımızın, hastalıklarımızın devası olan aşk, şâd ol sen! Aşk, bir adamın yakasından tutup onu kendine doğru çekmeye başlayınca o kişiyi bir elbise gibi kaplamış olan hırs ve tamah, mal ve servet bağımlılığı ve bunun gibi bütün ahlâkî ayıplar yok olur, çıkar. Elbisenin yırtılıp çıkması gibi... Ve bütün illetlerin hekimi aşktır. Ey aşk, sen şâd ol!

mevlana dile gelmeyen aşk

Her ne kadar dille anlatmak aydınlatıcı ise de

Dile (gelmeyen) aşk, daha parlaktır.

mevlanadan gerçek dostluk tanımı


Mevlâna’ya yakın müritlerden biri şöyle bir hikaye nakleder:

“Bir gün arkadaşımla birlikte gezmeye gidiyorduk. Uzaktan Mevlâna’nın tek başına gitmekte olduğunu gördük. Biz de ona ayak uydurarak onun peşinden takibe koyulduk. Mevlâna arkasına bakıp bizleri gördü ve:

–Siz arkadan yalnız geliniz, başka kimse gelmesin. Kalabalıktan hoşlanmıyorum. Benim halktan kaçışımın sebebi, onların el öpmek ve önümde eğilip saygı göstermek belâsından kurtulmak içindir, dedi.

Gerçekten Mevlâna herkesin onun elini öpmesinden ve önünde baş koymasından son derece incinirdi. Aşağı tabakadan olan insanlara ve talihsiz kimselere karşı büyük bir gönül alçaklığı gösterir, onların önünde eğilirdi. Bundan sonra Mevlâna yoluna devam etti, biraz ilerleyince bir virâneye geldik. Orada birkaç köpek birbirleriyle sarmaş dolaş olmuş, uyuyorlardı.

Arkadaşım:

–Bu biçâreler arasında ne kadar güzel bir birlik vardır; ne güzel uyuyorlar ve birbirleriyle ne kadar da güzel sarmaş dolaş olmuşlar, dedi. Bunun üzerine

Mevlâna:

-Evet, dedi; sen bunların arasındaki dostluğun ve birliğin ne kadar samimi olduğunu bilmek istersen, onların aralarına bir leş veya bir ciğer atıver. O zaman bu dostluğun nasıl bir dostluk olduğunu görürsün. İşte bu gördüğün dünya ehli ve dünya malına tapanların aralarındaki dostluk da böyledir. Aralarında bir garez veya menfaât olmadıkça birbirlerinin dostudurlar; fakat dünyalık bir şey aralarına girince nice senelik namus ve şereflerini boşa verirler ve aralarındaki tuz ekmek hakkını bir tarafa atarlar.

” İşte bu örnekte de olduğu gibi nifak ehlinin birleşmesinin bir kıymeti yoktur

mevlana efendinin nasihati


Bir gün Emir Pervâne, Mevlâna’dan kendisine nasihat vermesi için ricada bulundu. Mevlâna bir zaman düşündükten sonra mübarek başını kaldırarak:

-Emîr, Kur’ân’ı ezberlediğini duyuyorum, dedi.

O da “Evet” diye cevap verdi.

Mevlâna:

-Ayrıca hadîsler hakkındaki Câmiü’l Usûl’ü de Şeyh Sadreddin-i Konevî hazretlerinden dinlediğini duydum” buyurdu.

Pervâne yine:

-Evet, dedi.

Bunun üzerine Mevlâna :

-Madem ki, Allah’ın ve onun elçisinin sözlerini okuduğun, gerektiği gibi bildiğin halde o sözlerden nasihat alamıyorsan ve hiçbir âyet ve hadîsin gereğince amel edemiyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona nasıl uyarsın? dedi.

Pervâne ağladı ve kalkıp gitti. Ondan sonra iyi işler yaptı, adalet ve ihsan ile meşgul oldu; hayratta bulundu ve böylece dünyada eşsiz oldu.

hz Mevlana der ki herşeyi allahtan iste ey müslüman


Bir gün Mevlâna Hazretleri Şeyh Selâhaddin-i Zerkûb’un dükkânında oturmuştu. Dostlar da dükkânın çevresinde halka olmuş ilâhî bilgiler ve sırlarla meşgul oluyorlardı. Birdenbire ihtiyar bir adam göğsünü döverek, ağlayıp sızlayarak içeri girdi; Mevlâna’nın ayağına kapandı, hüngür hüngür ağladı ve :

–Yedi yaşında bir çocukcağızım vardı. Onu çaldılar. Kaç gündür aramaktan dermansız bir hâle geldim; ama yine onu bulamadım, dedi. Bunun üzerine Mevlâna büyük bir hiddetle:

–Tuhaf şey bütün varlıklar Allah’ı yitirmişler, onu hiç aramıyor ve onun için de bir istekte bulunmuyorlar. Ne göğüslerini, ne de başlarını dövüyorlar. Sana ne oldu da göğsünü dövüyorsun. Senin gibi bir ihtiyar kendi çocukcağızının hasretiyle harap ve rüsvâ oluyor. Neden bir an Allah’ı aramıyor ve imdat istemiyorsun ki kaybolmuş Yusuf’unu Yakup gibi bulasın, buyurdu.

Çaresiz kalan ihtiyar derhâl tövbe etti ve göğsünü kapamağa başladı. Tam bu sırada onun kaybolan çocuğunun bulunduğu haberini getirdiler

aşk-ı mevlana

Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi
ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.


· Şu dünyada yüzlerce ahmak, etek dolusu altın verir de, şeytandan dert satın alır.


. Vazifesini tam yerine getirmemiş olanın vicdan yarasına ne mazaretin devası ne ilacın şifası deva getirmiş..


. Aşk altın değildir, saklanmaz. Aşıkın bütün sırları meydandadır..


. Yeşillerden, çiçeklerden meydana gelen bahçe geçici, fakat akıllardan meydana gelen gül bahçesi hep yeşil ve güzeldir..


· Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.


. Aşk, davaya benzer, cefa çekmek de şahide: Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki..


· Sen diri oldukça ölü yıkayıcı seni yıkar mı hiç?


· İsa'nın eşeğinden şeker esirgenmez ama eşek yaratılışı bakımından otu beğenir.


· Dert, insanı yokluğa götüren rahvan attır.


· Ehil olmayanlara sabretmek ehil olanları parlatır

.
· Leş, bize göre rezildir ama, domuza, köpeğe şekerdir,helvadır.


· Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır. Ama bülbül, kuzgun bağırıyor diye güzelim sesini keser mi hiç?


· Pisler, pisliklerini yapar ama sular da temizlemeye çalışır.


· Dikenden gül bitiren, kışı da bahar haline döndürür. Selviyi hür bir halde yücelten, kederi de sevinç haline sokabilir.


· Nasıl olur da deniz, köpeğin ağzından pislenir, nasıl olur da güneş üflemekle söner?


· Akıl padişahı kafesi kırdı mı, kuşların her biri bir yöne uçar


· Tövbe bineği, şaşılacak bir binektir. Bir solukta aşağılık dünyadan göğe sıçrayıverir.

Oyun ,görünüşte akla uymaz ama çocuk oyunla akıllanır.


· Anlayış,edep şehirlilerdedir. Ziyafet,garip konaklamak da köylülerde.


· Resimler ister haberleri olsun,ister olmasın,hepsi de ressamın elindedir,o elden çıkar.


· Alışsan güvercin sallanan kamıştan kaçar mı hiç?O kamıştan göklere uçan yere alışmamış olan güvercin ürker,kaçar.


· Mal, sadakalar vermekle hiç eksilmez. Hayırlarda bulunmak,malı yitmekten korur.


· Çalınmış kumaş,devamlı kalmaz insanda. Hırsızı da darağacına götürür.


· Ağlayışın,feryat edişin bir sesi,sureti vardır. Zararınsa sureti yoktur. Zararda insan elini dişler ama zararın eli yoktur.


· Her korkuda binlerce eminlik vardır,göz karasında onca aydınlık mevcut.


· Verdiğini geri alan kişi, ***** gibi kusmuğunu yemiş olur.


· Şarap kadehtedir ama kadehten meydana gelmemiştir ki. Ağzını,şarabı verene aç.


· Ekme günü gizlemek toprağa tohumu saçmak günüdür. Devşirme günüyse tohumun bittiği gündür,karşılığını bulma günüdür.


· Bilgi, sınırı olmayan bir denizdir. Bilgi dileyense denizlere dalan bir dalgıçtır.


· Bulutlar ağlamasa yeşillikler nasıl güler?


· Bülbüllerin güzel sesleri beğenilir de bu yüzden kafes çeker onları. Ama kuzgunla baykuşu kim kor kafese?


· Meyve ekşi bile olsa, olmadıkça ona ham derler


· Çayırlıktan, çimenlikten esip gelen yel, külhandan gelen yelden ayırt edilir.


· Dünya malı, bedene tapanlara helaldir.


· Gerçek kokusuyla, ahmağı kandıran yalan sözün kokusu, miskle sarımsak kokusu gibi, söz söyleyenin soluğundan anlaşılır.


· Her dil, gönlün perdesidir. Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşılır.


· Ahlaksızların bağırışıyla, yürekli yiğitlerin naraları, tilkiyle arslanın sesi gibi meydandadır.


· Kötü nefis, yırtıcı kuştur.


· Hırsın yemdir, cehennemse tuzak.


· Doğan, avdan av getirir, fakat kendi kanadıyla uçar da avlanır. Padişah da bu yüzden onu keklikle, çil kuşuyla besler.


· Dil, tencerenin kapağına benzer. Kıpırdadı da kokusu duyuldu mu ne pişiyor anlarsın.


· Yemekle dolu karın, şeytanın pazarıdır.


· Sözle anlatılan şey, yalan bile olsa, kokusu, gerçek olduğunu da haber verir, yalan olduğunu da.


· Canım bedenimde oldukça, kulum, köleyim, seçilmiş Muhammet'in yolunun toprağıyım. Birisi

sözlerimden bundan başka söz naklederse, o kişiden de bezmişim ben, o sözden de.


· Sevgiden, tortulu bulanık sular arı-duru bir hale gelir. Sevgiden, dertler şifa bulur. Sevgiden, ölüler dirilir. Sevgiden, padişahlar kul olur. Bu sevgi de bilgi neticesidir.


· Mumundur karanlık veren sana. Anlatırdım bunu ama, gönlünün beli kırılıverir. Gönül şişesini kırarsan artık, yaşamak fayda vermez.


· Rüşvet alan para pul padişahı değiliz. Paramparça olmuş gönül hırkalarını diker, yamarız biz.


· Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de.


· İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun diye bu alem yok değildir. Görememek ayıbı, göstermemek kusuru, uğursuz nefsin parmağına ait işte.


· İnsan, gözden ibarettir aslında, geri kalan cesettir. Göz ise ancak dostu görene denir.


· A kardeş, keskin kılıcın üzerine atılmadasın, tövbe ve kulluk kalkanını almadan gitme.


· Bir gömlek derdine düşeceksin ama belki o gömlek kefen olacaktır sana.


· Dün geçti gitti. Dün gibi, dünün sözü de geçti. Bugün yepyeni bir söz söylemek gerek.


· Saman çöpü gibi her yelden titrersin. Dağ bile olsan, bir saman çöpüne değmezsin.


· O dağa bir kuş kondu, sonra da uçup gitti. Bak da gör, o dağda ne bir fazlalık var ne bir eksilme.
· Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra


· Gördün ya beni gamdan başka kimse hatırlamıyor, gama binlerce defa aferin.


· Nefsin, üzüm ve hurma gibi tatlı şeylerin sarhoşu oldukça, ruhunun üzüm salkımını görebilir misin ki?


· Ağzını kapa ve altın dolu avucunu aç. Ceset cimriliğini bırak da cömertliği seç.


· İnanmışsan, tatlı bir hale gelmişsen, ölüm de inanmıştır, tatlılaşmıştır. Kafirsen, acılaşmışsan, ölüm de kafirleşir, acılaşır sana.


· Doğruluk, Musa'nın asası gibidir. Eğrilik ise sihirbazların sihrine benzer. Doğruluk ortaya çıkınca, bütün eğrilikleri yutar.


· Bir kötülük yaptıktan sonra pişmanlık hissetmek Allah'ın inayet ve muhabbetine mazhar olmanın delilidir.